Son dönemde Doğu Akdeniz’de yaşanan uluslararası sorunlar ile Mars’ta yaşam arasında bir ilişki olduğunu söylesem, umarım şaşırmazsınız!..
Evet, 2030 ve sonrasında Mars’ta yaşamın başlamasına dair görüşler var. Malum Amerika, Çin ve BAE Mars’a araç göndermiş durumda. Önümüzdeki yıllarda da insanlı uçuşlar öncesi pek çok uzay aracının Mars’a ulaşması bekleniyor. Ülkeler ve kuruluşlar Mars’ı bir yaşam alanı olabilmesinin öncesinde değerli madenler kaynağı olarak görüyor ve geleceğe yönelik bu sebeple akıl almaz yatırımlar yapıyor.
Peki, Mars’taki yaşam ve faaliyet alanlarını ve mülkiyeti belirleyen yasalar nedir?
Mars’ta ülkeler arası ve kuruluşlar arası ilişkileri düzenleyecek olan dünyada da uygulanan üç temel uluslararası sözleşme veya hukuki olgu var:
1. Atmosferin dışındaki alanı kullanma konusundaki sözleşme. 1959 yılında Sovyetler Birliği’nin Sputnik uydusunu fırlatmasıyla “ad hoc” yani sorunu çözmeye yönelik Birleşmiş Milletler Dış Uzayın Barışçıl Amaçlarla Kullanımı Komitesi oluşturuldu. Daha sonra Daimi Komite haline gelen bu birim, uzayla ilgili düzenlemeler yapıyor ve uyduların fırlatılması ve çevre korunmasına yönelik sözleşmeleri hazırlıyor.
2. Antarktika’da şu an onlarca ülkenin araştırma merkezleri var. 1959 yılında imzalanan ve ülkemizin 1995 yılında taraf olduğu Antarktika Antlaşmalar Sistemi, Antarktika’yı barış ve bilime adanmış doğal koruma alanı olarak güvence altına almıştır. Antarktika’ya bir araştırma gemisi göndermemizin alt yapısı da mudur? Daha sonra, Antarktika’ya ilişkin 3 ilave anlaşma, Antarktika Antlaşmalar Sistemi’ni (AAS) teşkil etmektedir. Bunlar, 1972 tarihli “Antarktik Ayı Balıklarını Koruma Sözleşmesi” (CCAS), 1980 tarihli “Deniz Canlı Kaynaklarının Korunması Hususunda Sözleşme” (CCAMLR) ve 1991 tarihli “Antarktika Antlaşması Çevre Koruma Protokolü”dür.
3. Açık deniz ve okyanuslardaki araştırma, avlanma ve petrol ve doğalgaz arama konusundaki anlaşma (Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi).
Doğu Akdeniz’deki anlaşma da açık deniz ve okyanuslardaki faaliyetleri düzenleyen uluslararası sözleşmeye bağlıdır.
Her üç alandaki sözleşmeler ve kurumlar, günümüzdeki ihtilafları çözmeye yetmiyor. Kuzey Kutbunda petrol arama platformları, kaya gazı çalışmaları başta uluslararası çevre ve sürdürülebilirlik ihlalleri yanı sıra komşu ülkelerin münhasır haklarıyla da çelişiyor. Aynı Doğu Akdeniz’de olduğu gibi.
Görünen o ki dünyadaki bu sorunları ve yasal düzensizlikleri Mars’a taşımaya kararlıyız…
Geleceğe baktık bir de geçmişe bakarak, Doğu Akdeniz’deki sorunların tarihine de ışık tutalım…
Şu anda gündeme iki konu getiriliyor: NAVTEX (seyrüsefer bildirimi) ilanları Akdeniz’deki kıyıları düşünüldüğünde Türkiye’nin en doğal hakkıdır. Önümüzdeki süreçte de geçmiş yıllara nazaran daha çok NAVTEX ilanı göreceğiz.
Diğeri de “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” anlaşma ve mutabakatları… Türkiye’nin, Libya ile geçen yıl imzaladığı anlaşmaya karşılık Yunanistan da Mısır ile benzeri bir anlaşmayı Ağustos ayında imzalayarak, ihtilaflı bir durum oluşturmak istedi.
Malum, şu an araştırma gemilerimizi geri çektik, NAVTEX ilan etmeyi bıraktık ve konu çok taraflı bir zirvede ele alınacak duruma geldi. Bunların üzerinde durmak istemiyorum.
Aslında Doğu Akdeniz’i uluslararası gündeme taşıyan ekonomik menfaat alanının Kıbrıs açıklarında tespit edilen doğalgaz rezervleri olduğu biliniyor. Doğalgaz araştırma çalışmaları 1970’lere dayansa da en son 2010 yılında daha sağlıklı verilerle rezerv tahminleri yapıldı. United StatesGeologicalSurvey İsrail, Kıbrıs ve Mısır açıklarında yaptığı çalışmalarda toplamda 10 trilyon metreküplük tahmini bir rezervden bahsediyor. Uzmanlara göre, bunun da kesin olduğu şüphelidir. Dünyadaki toplam rezervin 200 trilyon metreküp olduğu düşünülürse, tahmin edilen rezervin doğalgaz pazarını etkileyecek bir miktar olduğu söylenemez.
10 yıl önce böyle bir tahmin de yoktu ama Doğu Akdeniz sorunu yine vardı.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki konu sadece doğalgaz rezervlerinin çıkarılması ve doğalgazın paylaşılması değildir.
Ne zaman Akdeniz’de bir sorun olsa en çok Fransızların sesi çok çıkıyor. Fransa’nın Akdeniz ve Afrika’daki izleri içler acısıdır. Bu ülkelere minnet duyması gerekirken ikide bir sahiplenir edası Fransa’nın varoluşuna ve kültürel köklerine nankörlük ettiğinin bir göstergesidir.
Hatırlayalım… Antik dönemde, bugünkü Fransa topraklarında ekseriyetle Kelt kabileleri yaşardı. Karasal bir yaşam süren Keltler, denizle ilgileri yoktu. Fransız Rivierası’nın onlar için bir önemi olmadığı gibi Akdeniz’e geniş sınırlarının olmasının bir değeri yoktu.
Antik Çağın Akdeniz’de denizcilikle uğraşan iki topluluğu vardı: Foçalılar ve Fenikeliler. Bildiğimiz İzmir’in Foça’sının denizcilerinden bahsediyorum. Diğeri de bugündük Lübnan topraklarında yerleşik hayat sürüp denizcilikle geçinen Fenikeliler.
Bugün Lübnan bayrağında yer alan “Sedir”, o tarihte gemiler için yelken direği ve mendirek görevi yapan ağaçlarıyla zengin topraklardı. Fenikeliler, işte bu gemilerle “Altın Hilal”in bereketini deniz yoluyla bütün Akdeniz’e pazarlayan tüccarlardı.
Ancak Fransız kıyılarına ulaşan Foçalılar oldu. Keltler, bu gemileriyle kıyılarına gelen insanlardan çekindiler. Ne zaman Foçalılar yağ, kumaş, madeni aletleri hediye olarak kıyıya bırakıp gemilerine çekildiler, Keltler de bu nadide hediyeri görünce onları kabullenmeye başladılar.
Sonraki dönemde Foçalılar (Phokaialılar), bir limana ihtiyaç duydu ve Nice ile Marsilya’yı kurdular. Aslında sadece Nice ve Marsilya’yı kurmadılar, Fransa’ya medeniyeti de getirdiler. Marsilya, hala Akdeniz’in en işlek limanıdır. Fransa’yı Fransa yapan parfüm ve şarabın kaynağı da Antalya sahilleridir. Parfüm, Fransa’ya Myra antik kentinden gitmiştir. Myra, mür ağacından (commiphoramyrrha) üretilen bir parfümdür. Yağı da sağlık amaçlı kullanılır.
Afrika’dan devşirdikleri rant ve buna karşı orada bıraktıkları anılar ayrı bir kara lekedir.
Doğu Akdeniz sadece Antik dönemde değil, tarihin her anında bütün ülkelerin odağında olmuştur. Bunun en tipik olaylarından biri de Haçlı Seferleridir.
Avrupalı krallar ve feodaller Haçlı Seferlerini, kutsal şehir Kudüs’ü Müslümanlardan geri almak için başlattıklarını söylerler. Ancak tarih bunların söylemleriyle ikilem oluşturuyor.
Kudüs Hz. Ömer döneminde 636 ila 637 yılında teslim alındı. Burada yaşayan hristiyanlar, yahudiler hem inançlarını istedikleri gibi yaşamaya hem de günlük hayatlarına devam ettiler.
Aradan uzun bir zaman geçiyor. 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl değil tam 462 yıl sonra Kudüs, Avrupalıların akıllarına geliyor. 7 Temmuz 1099 tarihinde, IV. Raymond önderliğindeki Haçlı Ordusu Kudüs’e girdi. Haliyle yapılan zulmün boyutlarını tarif etmek mümkün değil. Sadece Müslümanlar ve Yahudiler değil, Ortodoks Hristiyanlar da bu zulümden uzak kalamadılar.
Haçlı Seferleri başlarken, Haçlılar’ın kendi topraklarından geçmesi için Doğu Bizans imparatorunun bir isteği vardır: İskenderun’un Doğu Bizans’ta kalması. Doğu Akdeniz’de bir şehir bile elini rahatlatmaya yeterdi. Buna rağmen Konstantinopol ve pek çok Bizans şehri Haçlılar tarafından yağmalanmaktan kurtulamadı.
Peki, niye 450 yıldan sonra akıllarına Kudüs geldi. Aslına akıllarını başını alan Doğu Akdeniz’di. O tarihte, Avrupa’nın bütün ülkelerinde sefalet, hastalık ve ihtilaflar kol geziyordu. Buna karşılık dünyanın en cazip yeri Doğu Akdeniz kıyılarıydı.
Haçlıların gelişiyle birlikte Doğu Akdeniz şehirleri yağmalandı, batıya taşındı ve Baharat ve İpek Yolu keşfedildi.
O dönemde, Doğu Akdeniz’de Haçlıların başarılı olması, Fatımi Devleti’nin Mısır’da istikrarsız bir yönetim sergilemesiydi. Ne zaman Mısır ve Kıbrıs’ta istikrarsızlık olsa, Doğu Akdeniz’de de bunun katlarıyla istikrarsızlığa gömülüyor, yeni sorunlar çıkmasına sebep oluyor.
Doğu Akdeniz’in dengesi, İstanbul – Kahire hattının sağlıklı iletişimine bağlıdır.
Ben tarihçi değilim, siyasetçi hiç değilim. Uzun dönem başta Türk – Mısır İş Konseyi Eş Başkanlığı yaptım. Afrika Ülkeleri İş Konseylerinde farklı görevler aldım. Afrika’da yaşadım ve bir ülke hariç hepsini dolaştım, pek çoğunda iş yaptım. Mısır’ın yönetiminde bulunan son üç liderle de yani HusnuMubarek, Muhammed Mursi ve Abdulfettah El Sisi dönemlerinde ülkenin işadamlarıyla birlikte çalıştık. Üç farklı siyaset anlayışına karşılık işadamlarıyla ekonomik işbirliği geliştirmeyi tek vizyon olarak seçtik. Bu konuda pek çok anım ve gözlemim oldu. İş dünyası ve halklarında aynı vizyon olduğunu düşünüyorum.
Osmanlı’nın bölge politikasında bu iki nokta çok önemliydi. Hatta Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da bağımsız bir devlet kurmasından sonra, Mısırlı zenginlerin İstanbul’da mutlaka bir konakları olmuştur. Osmanlı, Mısır ile bağını hiç koparmadı. Bağdat Demiryolunu en kötü döneminde hayata geçirmeyi bildi.
Yakın bir süre önce Lübnan’da patlama yanı sıra hükümet sorunu, son 10 yıl içinde de Suriye’de yaşananlar bölgeyi nasıl istikrarsız hale getirdiği malumdur. Akdeniz ülkeleri tarihin en çalkantılı dönemini yaşıyorlar. Fransa’dan Yunanistan’a, Libya’dan İtalya’ya yaşanan ekonomik istikrarsızlığın yansımaları doğalgaz rezervleri, münhasır yetki anlaşmaları ile kapatılmaya çalışılıyor.
Dünyanın değişen bütün lojistik haritalarına, eksen kaymalarına ve yeni pazarlara rağmen Akdeniz dünyanın merkezi olma özelliğini koruyor. Çin’in Bır Kuşak Bir Yol projesi de Rusya’nın kışkırtıcı hamleleri de, Amerika’nın 10 yılda bir başlattığı savaşlar hep Akdeniz içindir.
Budan dolayıdır ki bölgedeki gerginlik, ülkelerin normalin üstünde askeri harcama yapmasına sebep olmaktadır. Milli Gelir (GSYİH) içindeki askeri harcamaların oranına bakıldığında, en yüksek askeri harcamaya sahip 15 ülkeden sekizi Ortadoğu ülkesidir.
Umman yüzde 8.8, Suudi Arabistan yüzde 8, Cezayir yüzde 6, Kuveyt yüzde 5.6, İsrail yüzde 5.3, Ermenistan yüzde 4.9, Ürdün yüzde 4.7 ve Lübnan 4.2… Bu askeri harcamaların kimin cebine gittiğine tahmin edersiniz.
2011’den beri iç savaşa saplanan Yemen gibi Ortadoğu’daki çeşitli ülkeler için verilerin eksik olduğunu belirtmekte fayda var. Kayıtdışı alımlar ve masraflar da yapıldığı biliniyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI), bölgedeki kombine askeri harcamaların 2019’da yüzde 7,5 düştüğünü tahmin ederken, bu önemli verilerdeki boşluklar sebebiyle, bu tür tahminlerin gerçeklerle uyuşmayabileceği olarak da yorumlanıyor.
Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle yeni açılımlara ihtiyacı vardır. Akdeniz ülkelerine yönelik ticaret ve sanayi odalarının üye olduğu ve 1982’de kurulan ASCAME’de eskiden çok aktif roller üstlendi. Bir kaç yıldır, ASCAME’nin faaliyetlerinde bir durgunluk gözleniyor. İş dünyası, bu tür meslek birliklerini siyasetin dışında tutmalı ve harekete geçirmelidir. Bunun gibi ülke iş konseyleri de esas faaliyet misyonlarına dönmelidir.
İş dünyasının bireyleri, Ortadoğu ve Akdeniz’de önemli görevler yaparak, ülkelerinin ekonomik aktivitelerine canlılık kazandıracaktır. Yeter ki ülkeler günlük siyasi egoları için agresif bir politika takip etmesinler.
Bir taraftan Mars’ı konuşuyoruz, diğer taraftan dünyayı kilitleyen Coronavirus ile uğraşıyoruz. Sonra ufkumuzu daraltan konular; elimizden işimizin, pazarımızın kayıp gitmesine sebep oluyor. Buna fırsat verilmemelidir.
Zuhal Mansfield TMG Madencilik