Enflasyonun yan etkilerinden sadece ulusal değil küresel ölçekte muzdarip olduk diyebilirim. Her ülke kendine göre, iktisat kitabından veya geçmişte yaşadığı pratiklerden, bazıları da her ikisini de harmanlayarak reçete yazmaya çalışıyor. Az sayıda ülke de, ne teoride ne de pratikte olmayan çözümleri “heterodoks” yaklaşım parantezinde uyguluyor. Ancak dikkatli olmakta fayda var:
İktisat Kitabının pratikte yaşanmışlıklar üzerine rasyonalize ettiği teori ve politikaları genel olarak “ortodoks” olarak kabul edilirken, bunların haricindeki uygulamaları kestirme bir şekilde “heterodoks” olarak nitelendirmeyi uygun bulmuyorum. Her “anti-ortodoks” uygulama heterodoks olmayacağı gibi, kullanışlı olmayan bir uygulamada ısrar ederek iktisat literatürüne ekleme yapma imkanımız da yoktur. Buradan hareketle iktisat politikalarının fayda üretmesi ve ürettiği faydanın toplumu hedefliyor olması gerekir. Yanlış bir uygulamanın yan etkilerinden faydalananlar mutlaka olabilir ancak, böyle uygulamaları “politika” olarak lanse etmek doğru olmaz.
Genel kabul görmüş enflasyona müdahale metodu faizlerin yükseltilmesi veya para miktarının kısılması ya da her ikisinin aynı anda uygulanmasıdır. “Bol para yüksek faiz” bazı koşullar altında ilginç bir deneme olabilir ancak, yan etkileri sayılamayacak kadar çoktur. “Az para düşük faiz” ise kendi içinde çelişen bir durumdur, politika uygulayıcılarının bilerek varmak isteyecekleri bir hedef olması ihtimali düşüktür. Konjonktürel olarak yaşanabilir ama kalıcı olmaz. Ancak şunu da söylemek gerekiyor:
Politika faizlerini zorla düşük tutup, düzenleyici otoriteler ve Merkez Bankaları üzerinden finans kurumlarını piyasa faizinin altında kredi vermeye zorlarken, para arzını sınırlayarak talebi frenlemeye çalışmak, dışardan bakanlar için kolay anlaşılacak bir durum değildir. Böyle bir yaklaşım olsa olsa enflasyon-faiz-piyasa gerçekleri arasındaki ilişkiyi koparma girişimidir. Kısa vadede çalışır gibi gözükse de, daha fazla belirsizlik, güvensizlik, dolayısıyla daha fazla fiyatlama davranışlarında bozulma yaratır. Sonuç daha fazla enflasyon ya da enflasyonun yapışkan hale gelmesidir.
Açıkçası içinde yaşadığımız enflasyonist süreci faizleri yükselterek bertaraf etmenin de bir garantisi yoktur. Çünkü Pandemi sonrasında yeniden yapılanan tedarik zincirleri, Rusya-Ukrayna Krizi ile tetiklenen emtia dalgalanması sebebiyle küresel olarak bu yüzyılın başından beri alıştığımız enflasyon oranlarını çok üzerinde bir patikada yola devam edeceğiz. Faizleri enflasyon korkusuyla hızla ve büyük adımlarla yükseltirsek, kaçınılmaz olarak iki ciddi gelişmeyi aynı anda tecrübe edebiliriz: Resesyon ve Yüksek Enflasyon. Bu riski daha önceki yazılarımda defaatle anlatmıştım.
Hatta bir başka yazımda ABD ve AB arasındaki enflasyon bakış açısını şu şekilde tarif etmiştim:
“..Avrupa Merkez Bankası, enflasyonla mücadele anlamında politika faizlerini güçlü şekilde artırmaya devam edecek. Bilmekte fayda var: Avrupa tarihinde enflasyon çok önemli bir yer tutuyor ve bu sebeple büyümeyi değil fiyat artışlarını öncelikli mesele haline getiriyorlar.
Tarihten bir örnek: Roma İmparatorluğu zamanında oldukça uzun süren bir enflasyonist dönem yaşanmış ve hazinede para kalmadığı için askerlerin maaşları bugünkü doların isim babası olan “taler” ile değil, tuz torbaları ile ödenmişti. Tuzun latincesi olan “sal” ya da “salis”den kaynaklanarak maaş ve ücretlerin bugüne kadar ismi “salary” olarak gelmiş. Yani o zaman yaşanan ekonomik zorluklar arkasında kalıcı bir anı bırakmış.
İspanyol ve Portekiz kaşiflerinin Latin Amerika’dan getirdikleri altınların yarattığı konjonktürel enflasyonları unutmamak lazım elbette. Ancak yakın tarihte aklımızda kalan en ciddi enflasyon Almanya’da yaşanandır diyebilirim. Almanya’nın Ulusal Parasını astronomik bir şekilde devalüe eden hiperenflasyonun neticesinde Hitler’in iktidara gelişi ve hemen arkasından diktatör oluşu, Avrupa’nın hiç unutamadığı gelişmelerden oldu elbette. Dolayısıyla, Avrupalıların enflasyondan çekinmesi adına tarihten daha bir çok örnek verilebilir. Hal böyleyken, daha çok resesyondan çekinen Amerikalılardan daha farklı davranacaklarını kestirmek zor değil…”
Bu sebeple Fed ve ECB ‘nin faiz artışları konusunda farklı düşünmelerine rağmen yine de itidalli davrandıklarını tekrar hatırlatırken, yüksek enflasyon yaşayan gelişen ülkelerde meselenin sadece faiz artışıyla çözülmesinin mümkün olmadığını söylemeliyim. Fakat bu, faizin piyasa gerçeklerinden uzak şekilde dikte edilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine vatandaşın enflasyondan kendini korumak için bugünden mal ve hizmet satın almasını durduracak ve tasarruflarının değer kaybetmeyeceğine inandıracak bir faiz oranına ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Ancak bu da yetmez.
Gelişen ülkelerin dolarizasyon hayat tarzı sebebiyle, ulusal paranın değerini ayakta tutacak adımları atmaları da gerekir. Bunlara “yapısal reformlar” adı veriyoruz. Tabii bu adımlar gelişen ülkelerin başındaki hükümetlerin çoğunun hoşuna giden reformlar değil. Çünkü adalet, özgürlük ve eğitimi kendi standartlarına göre değil evrensel standartlara göre belirlemeleri gereği doğuyor. Bu sebeple kestirme yoldan döviz kurlarını kontrol etmeye yöneliyorlar. Ancak unutulan bir başka gerçek var:
Eğer bir ülkede sermaye hareketleri ve para politikası serbest iken döviz kurlarını sabit tutmaya çaba göstermenin sonu kaos oluyor. “İmkansız Üçleme” adı verilen bu zorlamanın sonuç vermeyeceği anlaşılınca, bu sefer hepsini birden kontrol etmenin yolları aranıyor. Çünkü bir önceki uygulama her gün makroekonomik parametrelerin bir ya da birkaç tanesinde olumsuz yan etkiler yaratıyor. Örneğin ithalat artıyor, cari açık genişliyor ve nihayetinde döviz kurları yükseldiği için tekrar enflasyon yükseliyor. Bundan başka birçok yan etki sayabilirim.
Yöneticilik hayatımın en önemli tecrübesini bu vesileyle bir kez daha hatırlıyorum: Her gün sorun yaşanan bir yerde sonunda yöneticiler işlerin doğal akışında ilerlemesinden vazgeçer ve merkeziyetçi bir kontrol düzenine geçerler. Bu durumda piyasa kuralları ya da düzeni artık geçerli olmaz. Belki bir süre güç kullanarak bu şekilde piyasaları idare etmek mümkündür ancak, piyasalar adı üzerinde “piyasadır”.
Sonuç olarak, ortaya çıkan günlük krizlere yapılan müdahaleleri takip eden, bunlardan sebeplenen kişiler ya da gruplar ortaya çıkar. Hem kamu hem de sade vatandaşın yükü artarken, haksız zenginleşme ya da mal edinme süreci hızlanır. Hiçbir hükümetin, eğer ki niyetleri farklı değilse, böyle bir amaca hizmet edecek gizli bir ajanda yürüttüğüne inanmak kolay değildir. Ancak “tek yön siyaseti” dediğimiz, iktidarların söylemleriyle kendilerini bağladıkları, uygulamalarından vazgeçemeyeceği bir noktaya gelmeleriyle açıklayabiliriz.
Neticede yazının başında bahsettiğim gibi, karar alıcıların uygulamaları amaçladığı faydayı yaratmıyor, topluma fayda sunmuyor ama bazı kişi yada gruplara fayda sağlıyor ise, söz konusu uygulamayı iktisat politikası tarifine alıp isim koymaya çalışmak doğru bir davranış değildir. Enflasyonla mücadelenin daha önce test edilmiş, fayda sağlamış ve sonuç vermiş uygulamalarını devrimci bir yaklaşımla “demode” olarak nitelendirip farklı bir reçete yazmanın yanlış bir tarafı yok. Ancak, bilimsel yaklaşımlarda “büyük iddiaların büyük kanıtlar gerektirdiği” kuralını unutmamak lazım.
Elbette, bilimin birçok farklı gelişmeyi aynı potaya sokup “genel görüş” yarattığını, bazen zorlayarak ilişkilendirmeye çalıştığını kabul ediyoruz. Ancak bir hastalığa halihazırda sonuç veren tedavilerden daha iyisini bulduğunu söyleyenlerin aceleci olmaması gerekir. Hastayı tüm yaşam destek ünitelerinden çıkarıp, kendi başına nasıl ayakta durduğuna bakıp öyle karar vermek gerekiyor.
Enflasyonun ateşini düşürmek için hastayı uyutmak, sonra uyandırıp alev alev yanarken ayakta dursun diye doping iğnesi vermek de doğru uygulamalar değildir. Bilinen reçeteler ve tedavileri modifiye ederek çare bulmak şimdilik en doğrusu gibi gözüküyor.