Bir ırmağın içine düşmüş gibiyiz. Sürüklüyor bizi oradan oraya. Nereye gittiğimiz, ne yaptığımız da belli değil. Artık suyun akışı bizi nereye savurursa…
Gerçekten böyle mi olması gerekiyor? Anlamı bu mu hayat denen bilinmezin! Gün doğsun, karşımıza bir şeyler çıksın. İlgimizi çeken bir dünyalığa takılalım. Kısa bir ana hapsolmuş mutluluklarla günü tamamlayalım. Sonra yorgun argın akşamı edelim, ne kadar güzel ya da kötü geçtiğinin hesabı ile. Gerçekten bu mudur?
Ömrümüzün anlamı; ne kadar üzüldüğümüz, ne kadar sevindiğimiz midir? Ya da isteklerimizin ne kadar olduğu ne kadar olmadığı mıdır? Koyduğumuz hedefler ve onlara ne kadar varıp, varamadımız mıdır?
Bu kararı kim veriyor? Neye kime göre sevinç, üzüntü, keder, acı, tatlı, güzel,çirkin, başarı, kayıp! Referans kendi aklımız mi, toplumsal normlar mi? Peki kişi ya da toplumsal akıl ve ürettikleri kişinin varoluşu için aşkın bilgeliğe, yetkinliğe sahip mi? O zaman insan niye verdiği karardan ileri bir zamanda pişmanlık duyuyor?
Oysa insan için en iyiyi; kendini daha iyi bilen, çok seven aşkın bir akıl bilebilir ve yönlendirebilir. Çıkarı olmayan, insana ya da herhangi bir varlığın gücüne muhtaç olmayan. İnsan ve toplumlar üstü bir güç…
Kendime bakıyorum, istekleri bitmeyen şımarık bir çocuğun güdümündeyim sanki! Sürekli isteklerinde direten, onu ancak mutlu ettiğimde başarılı kabul eden kontrolü zor bir çocuğun. Toplum desen, maskelerle iletişim kurunca güzel güzel anlaştığın bir araç oluyor insan için, ta ki çıkarın çatışana kadar… Ciğerine sardığın en azılı düşmanın, varlığına tahammül edemediğin en yakının olabiliyor.
İsteklerine cevap verdikçe kendi benliğin dahil herkes çok iyi, çok sevecen, çok anlayışlı, çok kıymetli… Gel bir de hayır de! Çok az insan hariç yüzler, duruşlar, tavırlar hemen değişiyor.
Diğer insanları bilmem ama içlerinde en haini hep kendi nefsimi gördüm ben. En büyük düşman, en büyük yalancı, en büyük çıkarcı, en büyük sahtekar, en büyük dolandırıcı, en büyük narsist, en büyük egoist, en büyük kibir abidesi…
Kaç kere söz verip kendime, beş kuruşluk nimet için kararlar değiştirdim. Bugün baştacı ettiğimi, yarın ayaklarımın altında ezdim. Canımın içine koyduğumu işime gelmeyince en uzaklara fırlattım.
Akl-ı selim ile düşününce şuur görüyor ki bütün işimiz gücümüz içinde rahat edeceğim muhteşem konfor alanları oluşturmakmış. Bunu açıktan yapmıyor zaten nefis. Başka gerekçelerin altında önümüze sürüyor. Mesela; “o kadar sıkıntı çektim, biraz rahat edeyim”, ” Herkesin var, benim niye olmasın?”, “hayat gelip geçiyor, hiç mi gün yüzü görmeyeceğiz”, “çok çalıştım, ben hâk ettim ama”. Daha neler neler! O yüzden en büyük yalancı ve sahtekar o zaten.
Bir de sürekli mutlu olma beklentisi var içimizde. Bir sözleşme yapılmış da sözü veren sözünde durmuyor edası ile. Hep bir hesap sorma tavrı, hep bir hak arama derdi, hep bir kurban edebiyatı. Biliyorum hepimiz yapıyoruz. Bu konuda yalnız değilim. O hak aramanın peşinde heba olan kaç hayata tanık oldum. En sonunda kronik hastalıkların peşinde inim inim inleyen bitmiş tükenmiş sonlarla…
Velhasıl nefsimi şikayet ediyorum duyana. Ederi beş kuruş etmez dünyalık için, bir gün mutlaka elimden çıkacak şeyler için beni koşturup duran; yaşam hakkımı heba eden nefsimi.
Soruyorum ona: Gittik, ne oldu? Tattık, ne oldu? Yedik, ne oldu? Gördük ne oldu? Bulduk, ne oldu? Vardık, ne oldu? Sonu gelmeyen arzular içinde çırpına çırpına. Bu arada ömür geçti, gençlik geçti, sağlık geçti, bir daha tekrarı olmayan anlar geçti. Ardında gözün kaldığı, hiçbir şekilde bir daha yaşanamayacak zamanlar geçti. Değdi mi gerçekten? Gerçekten değdi mi?
Evin var, araban var, şuyun var, buyun var! Mutlu musun? Mutmain misin halinden! Değdi mi ödediğin bedellere!
Durup bir hesaba çekeyim dedim en hain dostu mu? “Çektin, haklısın da; ben bunu gördüm, bunu biliyorum. Nasıl bakmak lazım ki hayata” dediğinde bir de açıklama icabeder haliyle…
Uçsuz, bucaksız, muhteşem güzellikte hazinelerle dolu bir denizin kıyısında durur gibi bakmak lazım hayata. Sakin, telaşsız. Hırsa, çıkara kapılmadan. Gün gelip nimetlere gark olmak denizin bereketinden. “Göz şaşmadan ve haddini aşmadan” Hayranlıkla, tanımaya bilmeye çalışarak. Hayretini, gayretini kaybetmeden. Şahitliğin hakkını vererek. Gün gelip hüngür hüngür ağlattığında dahi her halükârda kazanan edası ile mutlu olarak. Şartlara bağlamadan. Nesnelerin, dünyalık değerlerin, etiketlerin, makamların dar alanlarına hapsetmeden. Hayata verene şükran ve minnet borcu ile… Tıpkı Filistin gibi…